Ekranların hayatımıza girmesi 1970’li yıllarda oldu. Bizim evimize 1979 yılında 37 ekran bir televizyonun girmesi ile birlikte başköşede oturan dedemizi ve ninemizi minderlerinin üzerinden kaldırdık ve onların yerine ağır misafir televizyonu oturttuk, belki ona verdiğimiz değerden dolayı belki de saygı, sevgi göstergesi olarak üzerine bir de el işlemesi dantel örttük. Dedemizin ve ninemizin anlattıkları yaşanmışlıklarının yerini diziler ve filmler; masalların yerini ise çizgi filmler almıştı. O kadar çok hoşumuza gidiyordu ki yayınlar hiç bitmesin, sürekli olarak filmler, çizgi filmler gösterilsin istiyorduk fakat yalnızca TRT 1 vardı ve akşam saat yedide başlayan yayınlar gece saat onikide İstiklal Marşımızın okunması ile biterdi.
İlk başlarda yayınlar çok masumane, çok güzel görünüyordu. Dizilerde ya da filmlerde “bazen” gösterilen öpüşme sahneleri olduğunda ise ya televizyonu kapatırdık ya da gözümüzü elimizle kapatırdık. Jetgiller çizgi filminde uçan arabalar, yürüyen yollar, robotlar, cep telefonları, ekrandan görüntülü konuşma gibi birçok akıl almaz görüntüler yer alıyordu. O gün için bize göre hayal ürünü olan ve kesinlikle olmaz böyle bir şey dediğimiz her şey nasıl gerçekleşti ve bu gün hayatımızda yerini aldıysa, milli ve manevi değerlerimiz açısından uygun olmayan davranışlar da o günden bu güne tek tek yerini alıyor ve almaya da devam ediyor. Yavaş yavaş, alıştıra alıştıra tüm değerlerimizden uzaklaştırılıyor ve gün geçtikçe Mankurt bir toplum haline geliyoruz. Mankurt’un ne olduğunu hatırlatmakta fayda var diye düşüyorum;
Cengiz Aytmatov’un “Gün Olur Asra Bedel” romanında geçen “Nayman Ana Destanında’’ bir Mankurtlaştırma hikâyesi anlatılır.
Türk boyları ile düşman kabile Juan-Juanlar arasında yapılan savaşta, Juan Juanlar, esir düşenlere özel bir işkence yöntemi uyguluyor ve bu şekilde geçmişlerini unutturup, istedikleri her şeyi yaptırıyorlar, köleleştirmenin de ötesinde olan bir durum bu… En azından köle olan kimseler geçmişini, atasını, soyunu, sopunu bilir. Baskı altında iken, kendi kültürünü yaşayamaz ise de bilir. Bir gün kaçış yolunu bulursa ya da azat edilirse özüne, kültürüne dönebilir…
Esir düşenleri Mankurtlaştırırken şöyle bir yol izleniyor…
Esirlerin elleri kolları bağlanıp saçları usturayla kazınıyor. Yeni kesilen devenin boyun derisi çıkarılıyor ve bu deriyi saçı kazınmış esirlerin kafasına geçiriyorlar. Deve derisinin yeni, yani ıslak olmasının nedeni esirin kafasını tam olarak sarıp, kafasına yapışmasının istenmesidir. Ayrıca, başları sağa-sola oynamasın diye boyunlarına da tahta kalıp geçiriyorlar ve öylece çöle salıyorlar. Elleri, ayakları bağlı olan bu esirler, hiçbir şey yapamıyorlar…
Kızgın güneş altında büzülen deve derisi başı mengene gibi öyle sıkıştırıyor ki, esirin çıkmaya başlayan saçları dönüp yeniden başına batıyor. Her bir saç teli gerisin geri dönüyor ve beyne batıyor. Beyin, bu basınç altında değişime uğruyor. Kızgın çölde aç-susuz birkaç gün geçiren bu esirlerden birçoğu dayanamayıp ölüyor. Sağ kalıp belleğini yitirerek “Mankurt” olanlarsa günlerce beslenip güçlendiriliyor ve yeterince güçlendikten sonra köle pazarına götürülüp satılıyor.
Az önce de bahsettik, tekrarlamakta fayda var; “Mankurt” kim olduğunu, soyunun-sopunun nereden geldiğini, adını, çocukluğunu, anasını-babasını bilmez, kısacası insan olduğunun bile farkında değildir. Benlik bilincini yitirdiği için efendisine maddi anlamda büyük avantajlar sağlamaktadır. Bu yüzden normal kölenin on katı fiyata satılmaktadır.
Bir köle sahibi için en büyük tehlike nedir? Elbette ki kölesinin başkaldırmasıdır. Her köle fırsat bulunca isyan eder; oysa Mankurt köleler arasında kaçmayı, karşı koymayı, başkaldırmayı düşünmeyen, alışılmışın dışında tek varlıktır.’’
Yani kısaca diyebiliriz ki, Mankurt, geçmişine dair ne varsa unutan, sadece bedensel fonksiyonları çalışan, efendisinin sözünden dışarı çıkmayan günümüz tabiri ile insan görünümünde robottur, yazılım olarak ne yüklersen ona göre çalışıyor.
İlerleyen günlerde deve derisi yerine kullanılan ekranlar ile Mankurtlaştırmanın nasıl gerçekleştirildiğini; başköşeyi işgal eden televizyonun sonrasında çocuğu tabir ettiğim bilgisayarın, torunu dediğim tablet ve akıllı cep telefonlarının bizlerin ve özellikle de geleceğimizin teminatı çocuklarımızın zihinlerini nasıl etkilediğini siz değerli okuyucularımız ile paylaşmaya çalışacağım.
Ve hep birlikte bilinçlendirme halkamızı genişleteceğiz inşallah.
Doç.Dr. Yağmur Küçükbezirci